Güzel ülkemizin nadide köşelerinden biri olan Güney Marmara Bölgesi, hem tarihin izlerini hem de doğanın nefes kesen güzelliklerini aynı anda sunuyor. Bu yazımızda, Bursa, Çanakkale, Balıkesir illerini ve bonus olarak Bergama’yı da kapsayan 7 günlük yolculuğumuzu sizlerle paylaşacağız. Gezimizi gün gün anlatacağız; hangi rotayı neden seçtiğimizi, nerede durup fotoğraf çektirdiğimizi, neler yediğimizi ve tabii ki hangi anıların kalıcı olduğunu merak ediyorsanız — devamını okumaya devam edin!
1. Gün - Bursa
Sabahın erken saatlerinde Bursa’ya ulaştık. İlk durağımız, Çekirge Mahallesi’ndeki Karagöz Müzesi oldu. Müzeye girmeden önce, Bursa’nın meşhur tahinli pidesini mahallenin caddesindeki bir fırından alıp tattık. Gerçekten lezzetliydi.

Müze, geleneksel Türk kuklacılığına, özellikle Hacivat ve Karagöz oyununun tarihine, karakterlerine ve kullanılan aletlere dair zengin bir koleksiyon sunuyor. Eski zamanlardan kalma oyuncaklar, sahne düzenekleri ve kuklalarla dolu. Günümüz çocukları için belki çok anlamlı gelmeyebilir, ama biz büyükler için nostaljik bir yolculuk oldu. Bursa’da zamanınız varsa, kısa da olsa uğramaya değer.
Müzeden sonra Tophane Meydanı’na geçtik. Sabah erken saatte olduğumuz için park bulmakta zorlanmadık. Burada Osman Gazi ve Orhan Gazi’nin kabirleri yer alıyor. Belirli saatlerde asker değişim töreni de yapılıyor. Meydanda, II. Abdülhamit döneminden kalma bir saat kulesi ve asırlık çınarlar dikkat çekiyor.
Eskiden buradan Bursa’nın panoramik manzarası görülebiliyormuş, ama maalesef şehir merkezine inşa edilen uzun TOKİ konutları, bu manzarayı beton bir perdeyle kaplamış. Yine de tarihi dokusu ve doğasıyla Tophane, mutlaka görülmesi gereken bir durak.
Tophane’den sonra şehir merkezine indik. Ulu Cami, Bursa’nın simgesi. Yıldırım Bayezid döneminde inşa edilmiş olsa da deprem ve yangınlarla defalarca zarar görmüş, sonra restore edilmiş. İçindeki hat eserleri ve klasik Osmanlı mimarisi gerçekten etkileyici.

Caminin çevresindeki hanlardan en ünlüsü Koza Han. Kumaşçı dükkânlarıyla dolu, ortasında ise asırlık çınarların gölgesinde keyifli kahvehaneler bulunuyor. Ayrıca burada altı dondurmalı helva satılıyor — denemek isterseniz, fırsatı kaçırmayın!
Öğleden sonra Cumalıkızık Köyü’ne yöneldik. Bursa merkeze yaklaşık yarım saat uzaklıkta. Osmanlı’dan günümüze kadar orijinal mimarisiyle ayakta kalmayı başarmış nadir köylerden biri. Turizm etkisiyle bazı dönüşümler olsa da, hâlâ köyde çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan aileler yaşıyor. Sokaklarda yöresel lezzetler bolca satılıyor; biraz dolaşın, biraz tadın.
Köyü 2 saatte rahatça gezebilirsiniz.

Günün son durağı, Uludağ yolunda bulunan Ulu Çınar oldu. Bursa merkeze sadece 20 dakika uzaklıkta. Eskiden çocukluğumuzun huzurlu çınar altı masaları buradaydı. Bugün ise mekân, Arap turistlerin yoğun ilgisiyle keşmekeşe dönmüş. Meyve tabakları, kuruyemiş tezgâhları, garip dekorlar ve hatta “enteresan hayvanlar” eşliğinde bir atmosfer var.
Ağacın heybeti hâlâ etkileyici, ama çocukluk anılarımızdaki huzuru geri getiremiyor. Umarız hem Bursa halkı hem de biz ziyaretçiler, bu doğal ve kültürel mirasın değerini anlayıp onu daha iyi koruruz.
2. Gün - Bursa
Bursa’da ikinci günümüzü, şehir merkezinin gürültüsünden uzak, doğayla iç içe geçirmeye karar verdik. Sabah erkenden Misi Köyü’ne yola çıktık. Merkeze sadece yarım saat uzaklıkta olmasına rağmen, sanki başka bir dünyaya adım atmış gibiydik.
Misi, son yıllarda Bursalılar arasında popülerleşen, ama hâlâ aşırı turistlenmemiş bir köy. Yeşilliklerin, ıhlamur ağaçlarının ve şırıl şırıl akan bir dereyle çevrili mekanlar sunuyor.
Biz, dere kenarında — hatta bazı masalar suyun içinde! — kahvaltı yapabileceğiniz bir mekân seçtik. Gittiğimiz yerin adı Misi Mimosa’ydı, ama adı ya da işletici değişmiş olabilir; yine de bölgede benzer mekanlar bol.
Kahvaltı eşliğinde çocuklar için mini bir hayvanat bahçesi de vardı: tavşanlar, keçiler, horozlar… Şifa ve Vefa orada bir süre oynadı, biz de kahvemizi keyifle yudumlarken doğanın sesini dinledik.

Misi’den yaklaşık yarım saat sonra Mudanya’ya ulaştık. Bursa’nın şirin sahil ilçesi. Sessiz, sakin, tarihi bir dokusu var.
Öncelikle Mudanya Antlaşması’nın imzalandığı tarihi konakı ziyaret ettik. Kurtuluş Savaşı’nın resmî olarak sona erdiği bu mekân, küçük ama anlamlı.
Sonra mahalle aralarında dolaştık. Dar sokaklar, eski Rum evleri, liman kenarında balıkçı tekneleri… Sahil boyunca da kısa bir yürüyüş yaptık. Deniz kenarındaki kafelerde çay içmek bile huzur vericiydi.

Tirilye, sanki Ege’den koparılmış bir kasaba gibi. Beyaz badanalı evler, dar taş sokaklar, limon ağaçları… Ve her yerde zeytinyağı, bal, pekmez ve zeytin reçeli satan dükkanlar.
Kasabanın merkezindeki dondurmacıyı kaçırmayın — özellikle misket limonlu veya cevizli dondurması önerilir! (Açık olup olmadığı mevsime göre değişebiliyor, yaz aylarında neredeyse her gün açık.)
Denize de girilebiliyor! Plaj küçük, ama Marmara Denizi şartlarında gayet iyi sayılır. Temiz, sığ ve çocuklara uygun.

Tirilye’den sonra yaklaşık 1 saatlik bir yolculukla Bursa merkeze döndük. Akşam yemeği için Hünkar Köşkü Sosyal Tesisleri’ni seçtik.
Evet, ulaşımı biraz zor: dik bir yokuş ve dar virajlar var. Ama zahmete değiyor! Çünkü buradan Bursa’nın tamamı ayaklarınızın altında kalıyor.
Yemekler çok iddialı değildi, ama manzara ve tesislerin düzeni bizi fazlasıyla memnun etti. Çocuklar oyun alanı vardı, biz de şehrin ışıklarına bakarak günü değerlendirdik.

3. Gün - Bandırma
Sabah erkenden Bandırma yönüne yola çıktık. Hava serindi, yolda hafif bir sis vardı — Marmara’nın klasik sabah havası. İlk durağımız, Gölyazı oldu: Bursa merkeze sadece 40 dakika uzaklıkta, ama sanki zamanın dışına çıkmış gibi hissettiren nadir bir yer.
Gölyazı, aslında Ulubat Gölü içinde kalmış neredeyse bir ada. Ana karayla bağlantısı, dar ve kısa bir yoldan sağlanıyor — adeta suyun içinden doğmuş bir kasaba.
Kasabanın girişinde bizi karşılayan, 725 yaşında “Ağlayan Çınar” oldu. Gerçekten devasa! Gövdesi o kadar geniş ki, gölgenin altında bir sınıf sığabilir. Fotoğraf çekerken kendimizi küçük hissettik — aşağıda bizimle oranlayarak boyutunu tahmin edebilirsiniz.
Biz Ağustos sonunda gitmiştik ve tam salça zamanıydı! Her evin önünde dev kazanlar, odun ateşleri, kaynayan domatesler… Kasaba, adeta bir domates festivali havasındaydı. Kadınlar, erkekler, çocuklar hep birlikte salça yapıyor, geleneksel bir işbirliği içindeydiler. Bu manzarayı görmek, sadece gezmek değil, yaşamak demekti.
Bir başka ilginç detay: leylek yuvaları! Neredeyse her direğin, her bacağın üzerinde leylek yuvası var. Kasabanın maskotu olmuşlar.
Ve tabii ki… kavun içinde dondurma! Lezzeti o kadar güzel ki, sadece tadına bakmakla kalmayıp fotoğrafını da mutlaka çekeceksiniz.

Öğleye doğru Bandırma’ya ulaştık. İlçeye göre oldukça gelişmiş, hareketli ve genç nüfuslu bir yer.
Benim için burası özel bir yer — çünkü askerliğimi burada, Ordu Evi’nde yapmıştım. Hala o günlerin hatıralarıyla dolaştım sokaklarda. Bandırma, Hava Jet Üssü’nün de olması nedeniyle asker nüfusu oldukça fazla. Ayrıca emekliler ve öğrenciler de şehrin ritmini belirliyor.
Dikkat çeken bir başka şey: ağaçlar! Marmara’nın sürekli esen rüzgârı yüzünden, neredeyse tüm ağaçlar eğik büyümüş. Doğanın bu ilginç dokunuşu, şehre özgün bir karakter katıyor.
Yemek seçeneği bol. Sahil kenarında körfeze doğru uzanan uzun bir dalgakıran var. Üzerinde yürüyüş yapmak, rüzgâra karşı adımlar atmak huzur verici.

Bandırma’dan yaklaşık yarım saat sonra Erdek’e ulaştık. Bandırma’dan farklı olarak, Erdek daha çok tatil amaçlı ziyaret ediliyor. Özellikle İstanbul’dan hafta sonu kaçış yapmak isteyenlerin ve yazlık sahiplerinin tercihi.
Sahil boyunca yürüyüş yapabilir, küçük çarşısında hediyelik eşya dükkanlarını gezebilirsiniz. Liman kenarındaki balık restoranları da dikkat çekiyor — taze levrek ya da istavrit önerilir.
Biz akşam üzeri Erdek’te kısa bir tur attıktan sonra, Bandırma’da kaldığımız otele döndük. Geceyi burada geçirip, ertesi gün Çanakkale yönüne geçmeyi planladık.
4. Gün - Çanakkale
Sabah erkenden Bandırma’daki otelimizden yola çıktık. Önümüzde yaklaşık 2 saatlik bir yolculuk vardı. Yol boyunca dev yel değirmenleri, sonsuz ayçiçek tarlaları ve sütçülük çiftliklerindeki büyükbaş hayvanlar eşlik etti.
Ayçiçek tarlalarının rengârenk altın rengi, sabah ışığında muhteşem görünüyordu. Yol kenarında durup birkaç fotoğraf çekmenizi kesinlikle öneririm — özellikle çocuklarınızla birlikte. Şifa ve Vefa da bu manzarada çok keyif aldı.

Yolculuğumuz Çanakkale Feribot İskelesi’nde sona erdi. Araçla birlikte feribota bindik ve karşı kıyıya geçtik.
Bu feribot yolculuğu benim için çok özel bir nostalji oldu. 6 yaşında ilk kez bindiğim bu feribotta, uzun yıllar sonra tekrar denizin ortasında durup Çanakkale Boğazı’nın huzurunu hissetmek, içimi ısıttı.
Günümüzde artık 1915 Çanakkale Köprüsü sayesinde karşıya 10 dakikada geçilebiliyor. Ama zamanınız varsa, mutlaka feribotla geçin. Hem tarihin ritmini hissedersiniz, hem de rüzgârda tuzlu havayı ciğerlerinize çekerken bir nefes alırsınız.

Feribottan Eceabat tarafına geçtikten sonra, Çanakkale Şehitliği yönüne doğru yola çıktık. Sahil boyunca giden yolda, birçok şehitlik geçiyoruz. En büyüğü Akbaş Şehitliği — burada durduk, dua ettik, şehitlerimizi andık.
Biraz ileride Kilitbahir Kalesi belirdi. 1462 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan bu kale, boğazın Avrupa yakasındaki en önemli savunma noktasıdır. Sonraki yüzyıllarda defalarca genişletilmiş ve güçlendirilmiş.
Kalenin üç yuvarlak meydanı ve kalın surları hâlâ etkileyici. İçerideki müze, Osmanlı donanması, top teknolojisi ve boğazın stratejik önemi üzerine zengin bilgiler sunuyor. Kulelerden bakınca boğaz tamamen ayaklarınızın altında kalıyor — gerçekten nefes kesici bir manzara.
Kaleden çıktıktan sonra yol boyunca Seyit Onbaşı Heykeli ve Namazgah Tabyası’na da uğradık. Her biri, 1915’in kahramanlarını anlatan sessiz tanıklar.
Gelibolu Yarımadası’nın ucunda, Çanakkale Şehitliği bizi bekliyordu. Bu mekânı anlatmaya gerek yok — her Türk’ün ruhunda bir yer tutan kutsal bir toprak.
Burada sadece mezarlar değil, bir milletin direnişi, fedakârlığı ve onurunu hissediyorsunuz. Çocuklarımızla birlikte sessizce dolaştık. Hiçbir şey söylemeden, sadece bakmak bile yeterliydi.

Şehitlikten sonra Conkbayırı’na yöneldik. Yol boyunca küçük şehitlikler, Avustralya ve Yeni Zelanda asker mezarlıkları da dikkat çekiyor.
Conkbayırı’nda ise 57. Piyade Alayı’nın savunma siperlerini ziyaret ettik. Burası, Çanakkale Savaşı’nın en zorlu anlarını hissettiğimiz yer oldu. Çıkarma yapılan alan, siperler, komuta karargâhı… Her adım, tarihin içine bir adım gibi.
Vefa ve Şifa bile burada sessizleşti. Gerçekten savaşın insanlık trajedisini burada hissediyorsunuz. Ziyaret etmeden geçmeyin. Aşağıdaki resimde aşağıda çıkarma yapılan alan ve bu anıtın olduğu yer savunma yaptığımız siperlerin olduğu yerler olarak gözükmektedir.

Conkbayırı’ndan sonra tekrar Eceabat’a döndük, feribotla Çanakkale Merkez’e geçtik. Oradan yaklaşık 1 saatlik bir yolculukla Troya Antik Kenti’ne ulaştık.
Burada Homeros’un İlyada’sı yaşanmış; Achilleus, Hector, Paris, Helen, Odysseus gibi efsanevi kahramanlar — en azından destanlara göre — bu topraklarda savaşmış.
Antik kent, 9 farklı medeniyet katmanı üst üste inşa edilmiş. Bu yüzden kalıntılar biraz karışık görünebilir, ama rehber eşliğinde dolaşmak çok şey katacaktır. Tabii ki Truva Atı da orada — çocuklarla birlikte fotoğraf molası vermeden geçmeyin!

Antik kentin çıkışında, araba ile 5 dakika uzaklıkta Troya Müzesi bulunuyor. Gerçekten etkileyici bir yapı — hem mimarisi hem de içeriğiyle.
Müzede, Heinrich Schliemann ve ekibinin kazıları sırasında buldukları eserler sergileniyor. Ancak tarihin acı gerçeklerinden biri de burada: Schliemann’ın eşinin, kazıda bulunan altın takıları “normal olarak” takıp dolaştığı fotoğraflar da sergileniyor.
Bu görüntüyü görünce içinizin yanmaması, sinirlenmemek gerçekten zor. Ama yine de kalan eserler bile inanılmaz değerli. Müzeyi mutlaka ziyaret edin. Aşağıdaki resimde arkeologun eşi ve çaldığı pardon taktığı altınlarla resmi de müzede sergileniyor.
Müzeden çıktıktan sonra Çanakkale Merkeze geri döndük. Akşamda Çanakkale Merkezde takıldıktan sonra otelimize gittik.
5. Gün - Altınoluk
Sabah erkenden Çanakkale’den ayrıldık. Hedefimiz: Altınoluk. Yolculuğumuz yaklaşık 1.5 saat sürdü. Ezine ve Ayvacık ilçelerinden geçerken, Marmara’nın bu hafif tepelik, zeytinlik ve çam ormanlarıyla kaplı kırsalı bizi izledi.
Altınoluk’a varır varmaz ilk durağımız Şahindere Kanyonu oldu. Ancak dikkat: buraya ulaşan yol oldukça bozuk. Araçla gidecekseniz, yüksek tabanlı bir araç tercih etmeniz iyi olur.
Kanyon girişindeki mesire alanında mini bir kahvaltı yaptık, sonra mayolarımızı ve deniz şortlarımızı giyip hazırlıklarımızı tamamladık. Çünkü ıslanmamak imkânsız!
Kanyon boyunca soğuk, berrak bir dere akıyor. Taşların üzerinde yaklaşık 45 dakika süren bir yürüyüş yapıyoruz. Su başta gerçekten dondurucu gibi geliyor, ama birkaç dakika sonra beden alışıyor.
📌 Ekipman ipucu: Kesinlikle taş ayakkabısı (neopren tabanlı su ayakkabısı) alın. Aksi halde kaygan taşlar ve keskin kenarlar canınızı yakabilir.
Biz sabah 10:00 civarında gitmiştik — bu yüzden kalabalık yoktu. Ancak öğleden sonra burası aşırı yoğunlaşıyor, özellikle hafta sonları. Eğer sakin bir deneyim istiyorsanız, sabah erken gitmenizi öneririm.
Kanyonun sonunda, tamamen suya girebileceğiniz küçük bir havuz var. Derinliği bel seviyesinde, suyu buz gibi ama inanılmaz ferahlatıcı. Çocuklar da (ve biz de!) keyifle atladık.
Bu bölgeye geliyorsanız, mutlaka uğrayın. Doğa, macera ve serinlik üçlüsü için harika bir fırsat.

Kanyondan sonra Altınoluk merkeze indik, öğle yemeğimizi yedik. Sonra Şahin Tepesi’ne çıktık. Buradaki küçük tesiste taze üzüm şırası içtik — çok lezzetliydi, özellikle kanyondan sonra! Biraz orada oturup manzarayı izledik.
Sonrasında plaja geçtik… Ama açıkçası, biraz hayal kırıklığı yaşadık.
Plajlar aşırı kalabalık ve dar. Şemsiye açacak, havlu sermek için adınıza yer kalmıyor. Deniz suyu da oldukça soğuk — Marmara’nın genel özelliği, ama burada daha belirgin.
Sanırım Altınoluk’un İstanbul’a yakınlığı ve yoğun yazlık yerleşimi, doğal güzelliğine rağmen aşırı turizmin bedelini ödüyor. Bu yüzden plajda uzun vakit geçirmedik ve bir sonraki durağımıza yöneldik.
İkindi üzeri Altınoluk’tan ayrıldık, yaklaşık yarım saat sonra Akçay’a ulaştık. Akçay son yıllarda çok kalabalıklaşmış, özellikle yaz aylarında.
Ama bizim için burası sadece bir ilçe değil — aile bağlarımızın da bir parçası. Amcalarım, yılın yaklaşık 6 ayını burada geçiriyor. Bu yüzden gelmişken onlara uğramadan olmazdı!
Akşam yemeğini onlarla birlikte geçirdik. Sonrasında Akçay kordonu boyunca yürüdük. Liman kenarındaki balıkçı tekneleri, açık kafeler, esen rüzgâr… Gün, aile sıcaklığıyla güzel bir şekilde kapandı.

6. Gün - Ayvalık
Geceyi Burhaniye’deki Oteli’mizde geçirdikten sonra sabah erkenden Ayvalık yönüne yola çıktık. Yaklaşık 1 saatlik bir yolculukla, zeytin ağaçlarıyla kaplı bu şirin sahil kasabasına ulaştık.
Ayvalık’ta ilk durağımız Cunda Adası (Alibey Adası) oldu. Sabah erken saatte gittiğimiz için kalabalık yoktu — bu, özellikle yaz aylarında büyük bir avantaj.
Cunda, Rum mimarisinden kalan beyaz badanalı evler, Arnavut kaldırımlı dar sokaklar ve liman kenarındaki balıkçı tekneleriyle çok fotoğraf çekici bir yer. Instagram’da sıkça görülen o “mavi kapı, kırmızı saksı” kareleri genellikle buradan geliyor! 😊
Ancak dürüst olmak gerekirse: Cunda, özellikle “tarihi derinlik” ya da “doğa macerası” arıyorsanız sizi fazla zorlamaz. Ama güzel bir yürüyüş, tatlı bir kahve ve renkli bir arka plan için ideal.

Cunda’da uğrayabileceğiniz başka bir yer ise Rahmi Koç Müzesi’nin küçük ama şirin şubesi. İstanbul’daki kadar büyük değil, ama eski makineler, ilk otomobiller, denizcilik aletleri gibi ilginç eserlerle dolu.
Çocuklarla birlikteyseniz, interaktif sergileri onları bir süre meşgul edebilir. Kısa bir ziyaret için kesinlikle önerilir.
Öğle vakti Ayvalık merkeze geçtik. Yaz aylarında burası inanılmaz kalabalık oluyor. Araç için park bulmak neredeyse imkânsız — ancak arka sokaklarda biraz sabır gösterirseniz, şansınız yaver gidebilir.
Ana caddeye paralel bir arka sokakta yürüdük. Burada çok iyi bir fırın ve lezzetli bir tatlıcı var. Fırının peynirli poğaçası ve zeytin ekmeği gerçekten öne çıkıyor.
Ve tabii ki… Ayvalık tostu! Zeytinyağlı, domatesli, peynirli — sade ama doyurucu. Biz tostumuzu yedik, biraz daha dolaştık ve bir sonraki durağa yöneldik.

Ayvalık’a gelenlerin neredeyse hepsi Şeytan Sofrası’na uğruyor. Biz de uğradık.
Manzara gerçekten etkileyici: Ayvalık Körfezi, Cunda Adası ve uzaklarda Midilli Adası… Ancak biz gittiğimizde aşırı bir rüzgâr vardı. Neredeyse ayakta durmak zor oldu! Bu yüzden manzarayı tam olarak keyif alarak izleyemedik.
“Şeytan’ın ayak izi” olarak bilinen merkezdeki çukur, halk arasında uğurlu sayılıyor. İnsanlar çabukluk bağlayıp, bozuk para atıyor. Fotoğrafını aşağıya ekliyorum — yorumu size bırakıyorum! 😄
Dürüst olmak gerekirse: benzer manzaralar Ege ve Marmara’da başka yerlerde de var. Eğer rüzgârsız bir sabah yakalarsanız, uğramaya değer. Aksi halde, fotoğraf için 10 dakika yeterli olur.

Sonraki durağımız Sarımsaklı Plajı oldu. Uzun, geniş bir kumsal — teoride harika görünüyor.
Ancak bizim için pek uygun olmadı.
Suyu çok soğuk (Marmara’nın genel özelliği, ama burada daha belirgin),
Temizlik düzeyi beklediğimiz gibi değildi,
Kalabalık ve biraz da garip bir atmosfer vardı (belki sadece o günkü tesadüftür).
Akdeniz, Kaş, Datça gibi yerlere alışkın olduğumuz için, bu plaj bize “sıcak” gelmedi. Hatta hiç fotoğraf bile çekmedik — bu bizim için nadir bir durum!
Yine de: Eğer Marmara Denizi’ni deneyimlemek istiyorsanız, burası seçeneklerden biri olabilir. Ama yüksek beklentiyle gitmeyin.
7. Gün - Bergama
Gezimizin son günü, Bergama’da güneşle birlikte uyandık. Kahvaltımızı yaptıktan sonra hemen Pergamon Antik Kenti’ne yöneldik. Kent, Bergama merkezin hemen dibindeki tepeye kurulmuş — tıpkı bir kartpostala çıkmış gibi yükseliyor.
Pergamon, antik dünyanın en önemli şehirlerinden biriydi. Efes ile birlikte, dönemin bilim, sanat ve siyaset merkezlerinden sayılırdı.
Buradaki antik tiyatro, gerçekten göz korkutucu! Eğimi o kadar dik ki, otururken bile aşağı yuvarlanacağınızı hissediyorsunuz. En dik tiyatrolardan biri olarak biliniyor — ve gerçekten öyle.
Ancak Pergamon’un en üzücü gerçeği: en değerli eserlerinden çoğu artık burada değil. Özellikle Zeus Sunağı, 19. yüzyılda Alman arkeologlar tarafından parça parça Almanya’ya götürüldü. Bugün Berlin’deki Pergamon Müzesi’nde sergileniyor.
Bazıları “izinli kazı” kapsamında götürülmüş olsa da, biz — tıpkı çoğu tarihsever gibi — tarihi eserlerin doğduğu topraklarda kalması gerektiğine inanıyoruz. Umarım bir gün kendi evine döner.
Yine de bugünkü haliyle Pergamon, çok iyi korunmuş ve ziyaret etmeye değer bir antik kent. Kalıntılar bile, bir zamanların entellektüel ve mimari zirvesini hayal etmeye yetiyor.
Kızıl AvluAntik kentten sonra Bergama merkezdeki Kızıl Avlu’nu ziyaret ettik. Bu, Roma İmparatoru Hadrianus döneminde yapılmış büyük bir tapınak kalıntısı.
Bence değeri yeterince bilinmiyor. Kırmızı tuğlalarıyla dikkat çekici, mimarisi etkileyici. Bergama’ya uğradıysanız, mutlaka uğrayın.
Kızıl Avlu’nda fotoğraf çekerken, Vefa’ya “Git, poz ver!” dedik. O da o kadar coştu ki, geri geri yürürken duvarın kenarına kadar geldi… ve bir saniye sonra aşağıya doğru kaydı! 😱
Biz (Sena ile birlikte) kalbimizi ağzımıza aldık — fotoğrafta görüldüğü açıyla duvardan aşağı düştüğünü sandık! Neyse ki, duvarın hemen arkasında küçük bir platform vardı; Vefa orada durdu, aşağı düşmedi.
Derin bir nefes aldık, sonra gülerek bu “neredeyse felaket” anını bir hatıra olarak sakladık. Bugün o fotoğraf, gezimizin en komik ve en tatlı anlarından biri.

Bu Güney Marmara rotası, Ağustos 2019’da gerçekleştirdiğimiz bir yolculuktu. Bugün bazı yerler değişmiş olabilir, işletmeler kapanmış ya da yeni mekanlar açılmış olabilir.
Ama umarız bu anlatım, gezmeyi düşünenlere rehberlik eder, ve bizim için de bir hatıra olarak kalır çocuklarımızla paylaştığımız, arihe dokunduğumuz, ve bazen neredeyse kalbimizi durduran o sıcak yaz günlerinin bir öyküsü.
Son Not: Şimdiye kadar anlatmış olduğum gezi rotamı aşağıda ki haritadan görebilirsiniz. Şimdiden iyi yolculuklar.
Bekleyiniz ...
Bekleyiniz ...